for English see here.
akabinde #4
ağustos, 2024
Selam!
KURadyo olarak “Kabinde müzik yapıyoruz, yayıyoruz tamam da akabinde neler oluyor?” sorusuyla yola çıktığımız mail bültenimiz akabinde’nin dördüncü sayısıyla karşınızdayız.
Yaz bitmek üzere, az kaldı. Ağustosu yarıladık bile. Kabin’den de uzak kaldık, müzik yayınlarımız devam ediyor ama hasret büyük. Sorun yok, bu sayı biraz da olsa hararetimizi alır.
Bu sayıda neler var?
Yaren, bizler için Fatih Akın’ın İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek belgeselini yeniden ziyaret etti ve Siya Siyabend’in müziğiyle hiç yaşayamadığımız eski İstanbul’a olan nostalji hislerimizi irdeledi.
Seray, “bu zamana kadar nasıl ‘alizade’siz kaldık?” sorusuna yanıt ararken bizleri 90’lı yılların Türk-Alman oryantal hip-hop sanatçısı Aziza A. ile tanıştırdı.
Müge, Childish Gambino’nun yeni albümünü inceledi ve albümden edindiği ipuçlarıyla sanatçının yeni kariyerine dair tahminlerde bulundu.
Son olarak Ayça, akabinde’nin bu sayısına özel bir playlist hazırladı.
Detaylar için sizi aşağıya alalım. Keyifli okumalar.
Radyoyla kalınız!
İstanbul Sokaklarının Hatırası: Siya Siyabend
Yazan: Yaren Sinem Temizkan
Fatih Akın’ın 2005 yapımı “İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek” isimli belgeseli geçtiğimiz aylarda 4K versiyonuyla Mubi’de yeniden yayımlandı ve şahsen bana unutmak istediğim ne varsa hatırlattı.
Yakın tarihlerde Dünyadan Sesler Youtube kanalında "live session"ları yayımlanan Siya Siyabend hem kalbimdeki yeri hem de sokağa olan tutkularıyla belgeselin benim için en ilgi çekici tarafı oldu yeniden. O yılları yaşamadıysanız bile (ki tahminen yaş itibariyle bunu okuyan kimse yaşamadı) belgeselin sunduğu nostalji hissiyle baş etmek oldukça zor. 90’ların sonu 2000’lerin başı İstanbul’unu ve müziğini izlemek şahsen beni ve bence birçoğumuzu doğduğu tarihten ve yaşadığı çağdan nefret etmeye itiyor. Belgesel, uyuşturula uyuşturula kaybettiğimiz insanlığımızı, müziği ve İstanbul’u hatırlatmak konusunda oldukça başarılı.
En başta sanki nostalji hissi üzerine konuşmak gerekiyor biraz. Psikolojide nostalji hissiyle birlikte gelen geçmişte her şeyin daha güzel olduğu düşüncesinin bir çeşit hayatta kalma yanılgısı (survival bias) olduğunu söyleyen çok fazla kişiyle karşılaşıyoruz. Yani kısaca mutsuzluğun bizle olan bağlantısını azaltıp koşullara atfetme çabamızın onlarca tekniğinden biri. Ama ben şimdi bu gerçeği bir kenara bırakıp en klişe haliyle size hem Siya Siyabend’i anlatmak hem de belgeselle birlikte hiç yaşamadığımız eski İstanbul’u konuşup hüzünlenmek istiyorum.
Siya Siyabend, 90’lı yıllarda sokaklarda rock, reggy ve çok çeşitli janralardan esinlenerek oluşturdukları kendilerine has tarzlarıyla müzik yapmaya başladılar. Oldukça güçlü soundları ve derinlikli liriklerinin yanı sıra müziklerinin bence en etkileyici tarafı dertleri ve davaları. İçinde bulundukları Türkiye’nin azınlıklara yaptığı ayrımcılığı, Kürt sorununu ve yoksullaşma problemini; günlük hayatlarında üstüne 10-15 dakika konuştukları problemler şeklinde görmek yerine, yaptıkları müzikle sokakta herkese haykırmayı seçtiler. Bu cesur ve tutkulu seçim, müziklerinin kalitesini bile gölgeleyecek kadar hayran olunası geliyor bana. O yıllarda Fatih Akın’ın kamerasıyla İstanbul müziğini dolaşırken, o zamanlar müzik yapan ve Türkiye müzik piyasasına damga vurmuş herkeste görüyoruz aslında benzer bir çaba. İçi dolu ve coşkulu İstanbul’un sokaklarını gezip müziğini dinliyoruz.
Bana kalırsa Siya Siyabend bunu en gerçek şekliyle yapmayı başarıyor. Kimsenin ürünü ve para kaynağı olmamak için büyük bir dirençle mücadele ederek hiçbir müzik şirketiyle anlaşmadan sokakta en saf haliyle müziklerini dinleyiciyle buluşturmak için büyük bir çaba sarf ediyorlar. Başarıyorlar da. O dönemde Beyoğlu’na uğramış neredeyse herkes bir kere de olsa Siya Siyabend ve müziğiyle karşılaşıyor. Beyoğlu’nun sokaklarında dertlerini müzikleriyle anlatarak bir şeyleri değiştirebileceklerine dair olan inançları, o yıllarda yaşamış olma isteğimi ve yaşayamamış olma hüznümü daha da arttırıyor. Her şeyin daha gerçek daha anlamlı daha yoğun olduğu zamanları kaçırmış olmanın hüznünü yeniden açıp açıp Siya Siyabend dinleyerek dindirmeye ve hissettiklerini anlamaya çalışıyorum.
Sokaklarda yazılmış ve söylenmiş müziklerini şu an çeşitli müzik platformundan dinleme şansı elde edebiliyoruz. Hatta içinde bulunduğumuz yılda Babylon’da bir konsere de imza attılar. Ayrıca yazının başında da bahsettiğim gibi yakın zamanda “live session”lar yayımlayıp bir de Çağrı Sinci ile hip hop tarzının da içinde bulunduğu yeni bir single çıkarttılar. Yaptıkları müziğin kalitesinde ve duydukları tutkuda bir değişiklik olmadığını hissetsem de geçmişin tadını aldığım yalanını söyleyemeyeceğim.
Dediğim gibi, “bu sadece bir hayatta kalma yanılgısı mı yoksa gerçekten geçmişte her şey çok daha güzeldi ve biz bütün bunları kaçırdık mı?” sorusunun cevabı, ne bende var ne de bu yazıda. Siya Siyabend’in sokaklarda çaldığı yıllardan bu yana değişmeyen çok fazla şey olduğunu da söylemek mümkün. Ama ben şimdilerde bütün bunlara bu kadar gerçek ve tutkulu bir yerden ses çıkartan, değiştirebileceğine inanan insanları bulmakta ve o insanlardan biri olmakta oldukça zorlanıyorum diyebilirim. Umarım ki nostalji hissi gerçekten sadece bir yanılgıdan ibarettir.
Yazıya beni en çok etkileyen röportajlardan olan grup üyesi Dede Murat’ın sözüyle son vermek istiyorum.
“Taş taştır yani tamam mı... Oraya kafayı koyduğun zaman anlarsın taşın taşlığını”
Yaren, sevgilerimle
oryantal hip-hop: aziza a.
Yazan: Seray Soylu
selam,
nabersiniz? çok mersi, benim keyfim yerinde. beterinden korusun. işler normal. normal, latince “gönye” anlamındaki “norma”dan geliyormuş bu arada. yere doksan derece dik olana normal deniyormuş. tamamen geometrik. acayip olmak hiç mesele değilmiş yani, biraz yatıp uzansak zaten hamurumuzu bulurmuşuz. neyse ki bugün konumuz normal değil: anormal
“işler normal” yeni jargonum. alizade’den sözlüğüme katıldı. kapıları doğru anda kapattım, merak etmeyin. bir yandan da alizade’nin o kadar şahane olduğunu düşünüyorum ki bundan önce bizim nasıl alizade’miz olmamış demekten kendimi alamadım. tabii ki türünün tek örneği değil ama buraların şahsına münhasır kişisi. işin magazinini bir kenara bırakıyorum. kimseyi umursamıyor. aşırı, abartı, cesur, çirkef, alaycı ve uyuz. hadi biz hayatı kuralına göre yaşıyoruz, yaşamasak ne oluyor acaba? sorusunun fedaisi.
peki bu zamana kadar biz gerçekten alizadesiz kalmış, rahat durmuş olabilir miyiz?
“her kafadan çıkan sesi dinlersen kalbine giren güzellik şamarlanır,” 68’de almanya’ya göç eden türk ailenin hip-hop sanatçısı kızı aziza a.’nın “kim dedi” şarkısından. asıl adı alev azize yıldırım, 90’lı yıllarda ortalığı birbirine katmış. türkçe müzik yapmaktan hiç vazgeçmemiş. “soy da ye”, bana bu yazıyı yazdıran erotik ve edepsiz bir şarkı, süper. 2009’da “kulak misafiri” albümünde “dj parçamı çalmış, bir bu eksikti” diye başladığı “ben ve kızlar” parçası, bariz doğu esintili. ama asıl “oryantal hip hop” dediği müziğini 1997 yapımı ilk albümü “es ist zeit” ile ortaya koyuyor.
albümün sürpriz açılışını sakın atlamayın. 2001’de yayınladığı “kendi dünyam” albümüyle de devam ediyor türkü ve hip-hop buluşması. zurna, darbuka, bağlama duyuyoruz. hatta burada 1997 senesinde talkbox (hortum ile enstrüman sesini insan sesi gibi kullanmayı sağlayan manuel bir teknik) bile yapmış.
müziğin kümülatif olmasını seviyorum, katlanarak büyüyor. hem buradan beslenen hem de herkesi rahatsız eden sanatçıları da seviyorum. katlayarak büyüyor. malzeme bu. sen ister oryantal hiphop yap, ister rusça. origami gibi. bak, ben kuş yaptım mesela. sen ne yaptın?
kalbi şamar oğlanına dönenlere,
seray s.
bando stone and the new world: childish gambino’nun final perdesi
Yazan: Müge Çam
selam radyoaktifler! bugün sizinle biraz childish gambino’nun hayatını ve kariyerinin yeni bir dönemine girişini konuşacağız. donald glover, bu yıl art arda yayınladığı iki albüm ile childish gambino persona’sını emekli edeceğini açıkladı.
2024’te çıkan ilk albümü “atavista”nın mekanik yapısı ve düzenli ritimlerinin aksine, son albüm “bando stone and the new world” bize gambino’nun debut albümü “camp”te gördüğümüz ve uzun zamandır özlemini çektiğimiz o parlak dağınıklığı geri getiriyor. bu albüm, benim gibi saygınlığı ciddiyet ile karıştırmayan herkes için, belki “camp” kadar olmasa da, büyük keyif vermiştir eminim.
childish gambino ve donald glover’ın bende yeri çok ayrı, bu yüzden hem hüzünlü hem de bundan sonra ne yapacağını görmek için çok heyecanlıyım. açgözlü sanatçıları seviyorum, çünkü bence sanat bir spektrum ve sanatçı ruhu, üretim açlığıyla tek bir noktada kalma baskısına ters düşüyor. childish gambino, veya donald glover, bu baskıya karşı koymak ve üretme arzusuyla başa çıkmak için kendine yeni bir persona yaratıyor. ancak bu persona da, tıpkı bölünmüş üretim açlığı gibi, zamanla tükeniyor. bu nedenle, "bando stone and the new world" aslında bu persona’nın jübilesi, donald glover’ın değil — benim pek de dayanağı olmayan tahminlerime göre bu jübile, glover’ın yapımcı olarak öne çıkacağı bir dönemin habercisi.
donald glover, kariyerinin her aşamasında var olan ve zamanla törpülediği bir komedi alt tonuna sahip. "bando stone and the new world" bu komedi alt tonunu bastırmak yerine ona sahip çıkıyor. albümdeki bazı şarkılarda, özellikle “steps beach” ve “yoshinoya” gibi parçalarda yer alan komedi diyaloglarıyla bu net bir şekilde görülüyor. ayrıca albümün çıkış şarkısı olan ve benim favorim “lithonia”da tanıttığı cody larae karakteriyle, gelecekteki projesine dair ipuçları veriyor. çok heyecanlı!
akabinde #4 özel playlist: ağustos
Hazırlayan: Ayça Nur Aydın
bu ağustos sıcağında üzerimize ferah esintiler serpmesi için hazırladığım hip-hop, caz ve rap rüzgarlarıyla dolu çalma listesi kocaman sevgilerle birlikte sizlerle. keyifli dinlemeler!
ayça<3